

Caspar Amca çıkmış Fuji'ye kavalını üflüyor.
Bu arkadaş uyuyanlardan çok içip sızanlar kategorisine girmeli aslında. Ha gayret be tsubasa az daha otele ulaşıyordun.
Yeşil çayını da eksik etmemiş yanından
Galiba şimdi anladım:
Japonlara fazla gelen sadece kafaları, biz Gaijinler(dışarıdan gelenler) için kasayı tamamen devirmeden huzur yok arkadaş.
28 Ocak 2008
Coğrafi konumunun getirdiği izolasyondan ve ikinci dünya savaşına kadar tam anlamıyla hiçbir zaman işgal edilmemişliğinden olsa gerek Japonya yeryüzündeki en homojen ulus olarak gözümüze çarpmakta. Japonların neredeyse yüzde doksan dokuzu Japon. Sekizinci yüzyıldan sonra da şöyle bir genlerimi karıştırayım demişlikleri de yok. Kendilerini diğer dünyalılardan ayıran kocaman bir kabilenin üyeleri onlar. Kim bilir belki bu yüzden konuşurken sık sık ‘biz Japonlar’ diyerek kendilerini Japon olmayanlardan ayırıyorlardır. Batıda güzel ve doyurucu bir hayatın ahantarı mutluluk peşinde koşmak iken, bu topraklarda şifre görevi yerine getirme ve sorumluluklardır. Japonyada bireysellik bencillikle eşdeğer anılmakta ve diğerlererini tamamen görmezden gelme olarak bilinmekte. İlla aile, iş, arkadaş grubu olması gerekmez, onlar daha birer fidan iken gruba karşı görev ve ait olma bilinci onlara aşılanmış. Aslında nüfüsun bu denli yoğun olduğu bir ülkede karşındakini düşünme, sistemin hayatta kalabilmesi için bir gereklilik olsa gerek.
Yukarıdaki gibi yazmış New York Times, bunlara hayır diyemeyiz ama karşısındakini düşünme konusunda editöre “bull shit” deme hakkımı kullanmak istiyorum. Ya da çok içlerinden düşünüyor bu Japonlar canım!
24 Ocak 2008
“Evet sevgili gönül dostları diyerek girmeme pek gerek yok, çünki bu tip sayfalar pek okunmaz, sonuçta kendim okuyacagım(deli derler adama) bi gazla soyle bir yazılır, eşe dosta sayfanın adresi gonderilir, ondan sonra da unutulur gider. Ben de öyle yazıp yazıp bırakmışım, ama bir kaç ay geçince bile kendi yazdıklarım hoşuma gitti, taze anıları hatırlamak iyi oldu, sanirim ileride daha da keyifli olur, o yüzden 3 ayda bir de olsa yazmalıyım…
Yazdıklarımı “anı” sınıfına sokmam onların mazide kaldığı fikrini vermesin. Sanmayin ki japon oldum, olmadım daha. Kanıt mı lazım? Buyrun:
1) Kırmızı ışıkta bekleyen arabaların arkasindan dolanaraktan kisa yollar yaratıyorum.
2) Kırmızı ışıkta yayalar için olan ışığa değil, arabalarinkine bakıyorum, ne olur ne olmaz!
3) Cafeye, restorana gittigimde kalabalıksak masa birleştirme, yok değilsek daha güzel masaya geçme eğilimindeyim hala.
4) Havuzda yüzerken dipten ne kadar gidebilirim sorusunu hala kendime soruyorum, aşağıda hele baska bir türk (örn. Bay T.) görmüşsem evrensel su altı selamlaşma hareketini yapıyorum.
Bu kadar kanıt yeter herhalde….”
Diye yazmışım 2 Agustos 2005te. Aradan neredeyse 3 sene geçmiş, hayat akmaya tüm hızıyla devam etmiş. Ben tembel bir yazar olduğumu artık iyice ispatlamışım. Takvimde yazan rakamlar değişiyor ama kafamı kurcalayacak birşeyler bulmaktaki üstün yeteneğim her zaman yerli yerinde. Bugün yine Bay T. ile beraber kahve eşliğinde düşüncelerimizi kurcalarken, bu yaşadıklarımı not alma işini devam ettirmek geldi aklıma. Aradaki uzun boşlukları doldurmaya kalkarsam kronolojik düzene iyice ihanet etmiş olacağım ama bakalım bu ne kadar gidecek.
14 Ocak 2008
Japonca bilmemek diye açtığım başlığı hiç kapatmamak lazım aslında,çünki bu dili öğrenme sürecinde kesinlikle başıma komik şeyler gelecek bundan eminim. Böyle Japonlu, Türklü, Zimbabwelili bir gruptayız (vallahı doğru ! , çok ‘kozmopolit’ ama doğru). Japonlardan ikisi evleneceği için yakın arkadaşlarına yemek veriyor. Haliyle ortamda birbirini tanıyan az, zaten ben de ’suyunun suyunun suyu’ olduğum için ortamda 2-3 kişi tanıyorum sadece… Yemeğe oturulurken, yine Japonluk yapıldı ve bir birini tanıyan gruplar bir köşe kapatmak yerine, ’herkes dolmuşun arkasını beşlesin’ hesabı menemen testisi gibi dizildi. İki alakasız testi dizisi de karşı karışıya gelince, doğal olarak karşıma ilk defa gördüğüm japon- abla görünümlü teyzeler geldi.(bu ırk genç gösteriyor, kimsenin günahını almayayım).
Klasik “yaşın kaç?, nerde okuyorsun?, neden Japonya?” gibi sorular bekliyordum, hatta bir “konnichiwa” dememle “japoncan çok iyiiiii!!!” diyeceklerini de biliyordum. Ne de olsa üstün teknolojiyle otomatikleşen japonlar, bu konu da da otomatikleşmişti. Şu prosedür sırası değişmemekle beraber her zaman karşıma çıktı: [adını sor, yaşını sor, ne zaman geldiğini sor , japoncan çok güzel de] ama bu sefer karşılaştığım ilk soru “japonyaya ne zaman geldin?”sorusuydu. Heralde sıra karıştı diye ben o an bu kolay soruyu anlayamadım. Hemen “pasaparola! Doktor U. ” diyerekten sorunun mealini öğrendikten sonra “6 ay” dedim. Ve o muhteşem dördüncü madde hemen işleme kondu: “6 ayda bu Japonca, vallahı süper”. Artık nasıl “6 ay” dediysem, japoncamın muhteşem olduğu sonucu çıkartıldı. İşin komiği, harika japonca konuşan arkadaşlarıma bu lafı pek söylemiyorlar. Heralde dördüncü madde ile karşılaşma yoğunluğu japonca seviyesi ile ters orantılı. Yani en kısa zamanda bu lafı az duymak dileğiyle….
Şimdi geleyim, o günkü yemekteki insan profiline. Perulu’ların çalıştığı, güney amerika restoranında Türk, Japon, Zimbabweli davetliler vardı. Yahu dedim şu Zimbabweli bizim bir zamanlar Galatasaray’da oynamış olan futbolcu Mapeza’yi tanıyo mudur acaba?… Sonra aramızdaki ilk diyalog şu şekilde gelişti:
- Merhaba
- Merhaba
- Ya bıktım usandım şu japoncadan azcık ingilizce konuşayım
- Sen Türkiyedendin değil mi?
- Evet
- Türkiye hakkında tek bildiğim şey Galatasaray
- Evet UEFA kupasını bi de Süper kupayı aldık 2000de
- Hadi ya!
- Hadi ya! mi? Eee peki nerden biliyorsun Galatasaray’i?
- Ya bizim köyden çıkma çok mesur bi Zimbabweli var, Norman Mapeza. O bi ara Galatasarayda oynamıştı. Çoğu kişi bilir Galatasaray’ı Zimbabwede.
Ben pes dedim artık …..
23 Mart 2005
Doğal olarak Japonya’da karşılaşılacak en temel problem. Çoğu Avrupa ülkesinde bile, “bunlar ingilizce konuşamıyo be!” diye burun kıvıran arkadaşlarıma şimdi buradan bir kez daha selam ederim. Çünki burada (en azından sokakta) ingilizce bilmenin, hayatta kalma adına faydası hiçe yakın derecede. İngilizce bilenlerle de anlaşabilme başlı başına ayrı bir yetenek gerektiren bir husus. Aslında iletişim kurmanın güçlüğünü daha geldiğimin ikinci günü beni yemeğe götüren arkadaşıma, “is this egg?” cümlesini anlamasını sağlamak için harcadığım efor sayesinde anlamıştım. Sonunda kendimi restoranda tavuk taklidi yaparken buldum, Hayatto da “haaa egguuu, egguuuu” diyerek sonunda jetonun düştüğünü bana müjdeliyordu.(Merak edenlere: sorduğum şey eggu değil, “tofu” imiş. O basit yiyecek maddesini Japonya’da ikinci gününde olan birine anlatmak için 15 dk harcadı ama başarılı olamadı.
Ben daha sonra Bay T’den öğrendim. Bu gibi olaylar sıklıkla başımdan geçtiği için diğer yabancılar gibi ben de bu duruma ayak uydurup, umursamamaya başladım. Ancak aklıma kazınan bir diğer olayı da mutlaka anlatmalıyım. Karşısında yarım saat dil döktüğüm başka bir arkadaşımın, bu rutin kafa sallamalarından ve ilginç bakışlarından, aslında beni anlamadığı şüphesine kapılıp, sorduğum “where are you going now?” sorusuna “oh, yeah!!!” cevabını vermesiydi. İyiki de kendimi tutup gülmedim orada. Ama tanıdığım Japonları ingilizce bilenler ve bilmeyenler olarak iki gruba ayıracak olsaydım, kendisini bilenler sınıfına sokardım. O gece herhalde kot mont altına mor şort altına siyah çorap ve bunları bütünleyen topuklu ayakkabı giymiş olması, geçici idrak yolları enfeksyonuna sebebiyet vermişti de başımdan bu komik olay geçti. Zaten o gün ciddi anlamda Japonca bilmem gerektiğini kabul ettim kendimce, sevgiler Miku…
17 Mart 2005
Japonya’ya gelmeden önce duyduğum efsanelerden en doğru olanı bu resimde sanırım. Bu insanlar heryerde uyuma yetişine sahip. Mekan da sessiz bir kitapçı olunca, doğal olarak bolca kitap okuyan ve de uyuyan insan bulmak pek şaşırtıcı değil. Resimde kafasını gömerek uyuyan amca da, tipik Japon uyuma tarzını gösteriyor. Derste, labratuarda, konferansta, otobüste, işte, arabada, bisiklette(çok mu attım?), yani heryerde Japonlar buldukları minik beş dakikalarda kendilerinden geçerek uyukluyorlar. İkinci fotoyu sevgili arkadaşım Tsuyoshi’nin hoşgörüsüne sığınarak(ya da Türkçe sitelere merak salmayacağına güvenerek) ondan habersiz koydum. Bu uyku hali çok çalışıp, geceleri az uyumaktan olsa gerek… belki de asıl sebep aşağıdaki ortalamalardır, bakın ntvmsnbc.com ne demiş:
“Bir Japon yılda 25, İsveçli 10, Fransız 7 kitap okuyor. Oranlamaya göre Türkiye’de, 6 kışiye yılda 1 kitap düşüyor.
Raporda, Japonya’da ‘ayakta kitap okuma alışkanlığı’ içın ‘taçiyomi’ kelimesinin kullanıldığına işaret edilerek, ‘Böyle bir kelime sözlüğe geçtiği halde, bizim ülkemizde bırakın ayakta kitap okumayı, kitaplar genellikle evde vitrinleri süsleyen bir aksesuar olarak kullanılmaktadır denildi..”
Evet bu ‘taçiyomi’ bir efsane değil,ama fazla metro, tren vs.. maceram olmadığı için bu olayı göremedim daha, e şimdilik bisiklette kitap okuyan da yok. Ama yeri gelmişken, burada yağmur altında bisiklete binerken, şemsiye tutup aynı anda cep telefonundan e-mail atma becerisinde olan insanlar var, gelmeyi planlıyorsanız uyarayım şimdiden.
Şubat 2005